bugün

entry'ler (47)

paris i özlemek

istanbul'un varlığını bilmemektir.

şartsız sevmek

sevgi duygusunun en saf halidir .
aşk değildir.
anne'nin çocuğuna duyduğu sevgi ile varlığı ispat edilip öğrenilmeye başlanır.
bireysel ilişkilerde ise; yokluğu ispat edilebilir olan sevgidir.

vesselam.

filmi dururken kitabını okuyan cahil insanlar

film ile hayal gücünün sınırlandığını bilen insandır.

kişi kitabı okuyarak zihnindeki sahneleri, oyuncuların rollerini rahatlıkla masrafsız yöntemlerle değiştirebilir.

haliyle kitabını okumayı tercih etmesi mantık dahilindedir.

cehaletten ziyade zeki insanların faaliyetidir.

vesselam.

mezalime boyun eğmek

zulmedenlerin haksızlıklarına ve zulmüne ses çıkarmayıp bunları kabul etmektir.

kendisine dokunmayan yılanı bin yıl yaşatan zihniyetin yaptığı da boyun eğmektir.
yılan bir gün dokunacaktır; ses çıkarmayan, boyun eğen kimse, mutlaka zulmedilenin yerine geçip onun gördüğü zulümlere de maruz kalacaktır.

sözlükteki doğu karadenizliler

benceboyle.
trabzon.

hicaz demiryolu

günümüz şartlarında dahi eşine rastanmamış projedir.

Osmanlı Devleti’nin en sıkıntılı döneminde, devleti 33 yıl boyunca izlediği ince siyasi taktiklerle tek karış toprak vermeden yöneten Sultan 2. Abdülhamid’in yıllardır düşlediği bir projesi vardı. Bu proje; islam alemi’ni atardamarlar gibi birbirine bağlayacak olan ve hayalleri bile zorlayan Hicaz Demiryolu Projesi’ydi.

Hicaz Demiryolu, Sultan 2. Abdülhamid Han tarafından 1900-1908 yılları arasında Şam ile Medine arasında inşa ettirilen, Osmanlı Devleti’nin istanbul’dan başlayan demiryollarının bir bölümüdür. Hicaz Demiryolu inşaatında 2666 kagir köprü ve menfez, yedi demir köprü, dokuz tünel, 96 istasyon, yedi gölet, 37 su deposu, iki hastane ve üç atölye yapılmıştır.

Hicaz Demiryolu ile özellikle istanbul ile Kutsal Topraklar arasındaki ulaşımı güçlendirmek, bu bölgelere taşınacak askerlerin ulaşımının kolaylaşması, hacıların daha güvenli bir şekilde hacca gidip gelmesi amaçlanmıştır. Aylar süren hac yolculuğu dikkate alındığında Hicaz Demiryolu’nun müslümanlar için taşıdığı önem daha iyi anlaşılır.

Mesela Şam’dan Hac için yola çıkan bir kişi yaklaşık 40 günde Medine’ye, 50 günde Mekke’ye ulaşıyordu. Bu uzun yolculuk esnasında karşılaşılan bulaşıcı hastalıklar, su sıkıntısı, zaman zaman bedevi saldırıları ile seyahat masrafları hac yolculuğunun zorluklarını bir kat daha artırıyordu.

Hicaz Demiryolu bu uzun ve meşakkatli hac yolculuğunu gidiş-dönüş 8 güne indirecekti. Buna 10 günlük ibadet süresi de ilave edildiğinde hac farizası 18 gün içinde yapılmış olacaktı. Ayrıca hac yolculuğuna ayrılan masraflar azalarak daha fazla müslümanın hac farizasını yerine getirmesi mümkün olacaktı. Yine Hicaz Demiryolu bir şube hattı ile Cidde’ye bağlanarak deniz yolu ile dünyanın değişik ülkelerinden kutsal topraklara gelen diğer hacıların Mekke ve Medine’ye taşınmaları sağlanacaktı.

Dünya müslümanları Hicaz’a yardım yağdırıyor Abdülhamid Han da ellerini açıp semaya; Cenab-ı Hak(c.c.) ve Peygamber Efendimizden(s.a.v.) bu hayırlı projenin gerçekleşmesi için yardım ve kudret diliyordu.

Hicaz Demiryolunun inşaası için emir verir. Emrin ardından, Cezayir’den Tunus’a, Güney Afrika’dan Amerika’ya, Hollanda’dan Singapur’a, Rusya’dan Çin’e, Fas’tan Mısır’a, Hindistan’dan, Cava’ya, Sudandan Balkanlar’a, Kıbrıs’tan Viyana’ya, Almanya’dan Bosna’ya, Fransa’dan iran’a kadar bütün Müslüman halklardan yardımlar yağmaya başlar. Bu yardımların arkasından Osmanlı neferleri ile Mühendislik Mektebi öğrencileri kolları sıvar. Ümmetin, büyük bir heyecan ve coşkuyla bitmesini beklediği Hicaz Demiryolu, tamamen islam coğrafyasından toplanan bağış, gönüllü hizmet ve Abdülhamid Han’ın 50 bin liralık "şahsi" bağışıyla tamamlanır. Hicaz Demiryolu’nun o günkü maliyeti 4 milyon 558 bin lira civarındadır.

Cennetmekan, Sultan 2. Abdülhamid Han; Hicaz Demiryolunun inşaasında Medine-i Münevverenin 20 kilometre yakınına gelindiğinde Peygamber Efendimiz rahatsız olmasın diye "Medine’nin merkezine kadar raylara keçe döşeyin" emrini verir.

Peygamber Efendimiz(s.a.v) rahatsız olmasın diye!

vesselam.

görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel
görsel

vesselam iki.

geçmişimiz uzağına zamane nin tuzağına düşmek

türkiye analizidir.

"Ne kendimizi geçmişimizle birlikte keşfedebildik, ne başkalarını -avrupayı ve sair- kavrayabildik. Bir kısır döngü (fasit daire) içinde dönüp duruyoruz" demektir.

geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısında da çok zengindi. Geçmişimizin her yılına birkaç “cevher insan” düşüyorken; günümüzde tabiri caizse “kat-ı rical" (adam kıtlığı) mevcuttur.

Nedenlerine ulaşmak istiyorsak, önce geçmişimizle buluşmalıyız.

belliki dedelerimizin ve ninelerimizin insan yetiştirme konusunda sonuç veren metotları varmış. O metot sayesinde, bugün hasretle andığımız “cevher insan”a ulaşmışlar.
Bunun tek yolu, anne babanın “cevher insan”a dönüşmesidir.

A. L. Castellan’dan bir tespit: “Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi gösterirler”

Osmanlı, bunu farkındaydı. bu yüzden aile içi ilişkileri sağlam tutmuş, ailenin yaşlılarına saygı duyulması gerektiğini toplumun tümüne benimsetmişti. Çocuklar bu örneklere göre yetişirdi.

kendisi iflah olmaz bir "türk ve islamiyet düşmanı" olan ingiliz Sefiri Sir James Porter, 17. yy. Osmanlı ailesindeki sevgi ve dayanışma ruhundan gıpta ile bahseder: “Baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlatlık göreviyle olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür. Osmanlılarda çoçukların anaları ve babalarına karşı besledikleri sevgi ve hürmet, özellikle takdire değer. istanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığrından çıkmış evlatlar az görülür!”

A. Bayer “Neuf anne’es a Constantinople” isimli eserinde Osmanlı toplumunun sevgi, saygı ve dayanışma ruhundan, yardımseverliğinden, ikramından, kendi ifadesiyle “insanı minnettar bırakan davranışlardan uzun uzun bahseder. Fransız toplumunun bu hasletleri örnek almasını diler. insani hislerin ve hasletlerin 18. asır Fransa’sında, neden Osmanlı toplumundaki gibi olmadığını hayıflanır. Bunu sebeplerini araştırır ve bir yabancının varabileceği bazı doğru tespitlere varır. Der ki: “Müslüman Türklerin barbarlıkları hakkında müelliflerimizin yazdıkları yazılara rağmen, bütün bu iddiaların aksini ispat eden vakıalar ortadadır. Dinen manen zincirlemiş olduğu hakiki Müslümanlar, ancak onun kendilerine çizmiş olduğu daire dahilinde hareket edebilirler.”

Kimi aydınlarımızın bir türlü varmak istemediği bu noktaya bir yabancı gezginin üstelik 18. asırda ulaşmış olması düşündürücüdür. Brayer, Osmanlı toplumunu yücelten gizemi keşfetmiş ve kitabına çekinmeden geçirmiştir.

Şöyle devam ediyor:

“O su bentlerini, yol boylarıyla gezinti yerlerinde rastlanan sayısız çeşmelerle sebilleri, yolcuları barındırıp dinlendirmek ve yiyeceklerini temin etmek için yapılan o hamamlı, çok odalı ve etrafları sıra sıra dükkanlı hanları kuran da o ruhtur.”

"Hangi ruh?" diye sorarsanız, onu da izninizle Dr. Brayer’in kaleminden okuyalım;

“Kuran’ın müminleri teshir eden ruhu” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor; “Birtakım menfaat kaygıları, eğlence düşkünlükleri, çok defa kadınların da iştirak ettiği ticari muamele gaileleri, hasılı başka memleketlerin her şeyleri, kadınların çocuklarına karşı şefkatlerini çocuklarına azalttığı halde, Osmanlı’nın harem (aile) hayatı, bilakis bütün bu hislerin bir merkezde toplanıp artmasını temin etmektedir.”

Dr. Brayer Osmanlı aile hayatına temas ederken, bilhassa yetişkin çocukların anne babaları ile birlikte oturmaktan derin bir haz duyduklarını belirterek diyor ki;

“Çocuklar yetişip adam oldukları zaman, analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakta iftihar ettikleri ve küçükken onlardan gördüğü şefkate mukabele etmekle bahtiyar oldukları halde....” -Oradan geçiyor kendi toplumunu eleştirmeye; “Başka memleketlerde çok defa çocuklar, olgunluk çapına girer girmez (ekonomik özgürlüğüne kavuşur kavuşmaz) analarıyla babalarından ayrılmakta, ekonomik menfaatleri hususunda onlarla çekişe çekişe tartışmakta, hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde anne babalarını sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta, zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar.”

Biz de Avrupalılaştık ya, işte şimdi aynı durumdayız. Aynı sıkıntıları, aynı hasreti çekiyoruz. işin tuhaf tarafı Avrupa; "aile kurumunu bozmanın faturasına" toplumun dayanamadığı görmüş ve aile kurumunu sağlamlaştırma arayışlarına yönelmişken biz yanlış istikamette azimle ve süratle mesafe almayı sürdürüyoruz.

vesselam.

günümüzde çarpıtılılan osmanlı daki harem hayatı

aşağıda kaynakçalarıyla izah edildiği üzeredir.

Harem, Osmanlı’da en çok çarpıtılan kurumların başında gelir.
Tarihi; film, dizi ve oryantalist bakış açısıyla öğrenenler Haremi adeta “eğlence yeri”, “süt banyosu yapılan yer”, “umumhane” olarak bilmektedirler.

Bazı batılı ve Türk Osmanlı tarihçileri; kasıtlı veya bilmeyerek bu önemli kurumu kendilerinin yaşadığı hayat tarzı ile aynı görmektedirler. Haremde hayat denilince, haremdeki insanların yemeleri, içmeleri, giyinmeleri ve en önemlisi de Padişah‘ın ailesi ile halvet olması akla gelir. Halvet, kelime anlamı itibariyle yalnız kalmak ve baş başa olmak manalarını ifade etmektedir.

Harem’de halvet veya halvet-i hümayun ise, Harem’de yaşayan kadınların serbest ve meşru bir şekilde Harem’in bahçelerinde veya mesire yerlerinde gezmeleri denmektedir. Kapalı havalarda Padişah; kadınları, ikballeri, sultanları yani kız çocukları ve oğulları ile görüşmek isterse, onları dairesine çağırtır, konuşur ve görüşürdü.

Padişahın sadece kendi aile efradı ile yaptığı bu toplantıya "muhtasar halvet" denmekteydi. Burada bir de Has Bahçe’de yapılan halvetlerden kısaca bahsetmek gerekecektir. Zira bir aile toplantısı ve aile halkı ile muaşeret ve sohbet toplantıları demek olan halveti, sanki haremin bahçelerinde düzenlenen ahlaksız alemler gibi takdim etmek isteyen insanlar bulunmaktadır.

Hür bir kadın ile mahrem kadınlar ve cariyelerin avret mahallerinin farklı olması, fıkıh kitaplarında cariyelerin kol, ayak, yüz ve başlarına efendilerinin bakabilmesi şeklindeki hükmün yer alması, meseleyi bilmeyen çevreler tarafından akıl almaz şekilde tahrif edilmiştir. işte bu ve benzeri çarpıtmalarla, Padişahların haremdeki ailesi ve ailesine hizmet eden cariyelerle bahçelerde veya haremin uygun yerlerinde yaptığı halvet adı verilen toplantılar ve aile beraberlikleri; maalesef akla hayale gelmeyecek sahnelerle anlatılmak istenmiştir.

Bütün bu çarpıtmaların karşısında özellikle has bahçelerde yapılan bir halveti ve hazırlıklarını özetlemek gerekirse şöyle ki; Padişah, halvet yapılacağını bir hatt-ı hümayun (padişahın önemli konularda toplantı veya başka hususlardaki emir yazısıdır) ile yetkililere bildirir ve ailenin rahatsız edilmemesini emrederdi. Has Bahçe’nin bazı yerlerinde mahremiyete riayet maksadıyla halvet sokakları ve halvet perdeleri bulunurdu. Halvet günü üçüncü avlu, tamamen boşaltılır; bahçenin dışarıdan görülebilecek yerleri halvet bezleri ile örtülürdü.

Bahçe’de (genellikle Şimşirlik Bahçesinde) kadınların ve cariyelerin dolaşacağı yollar üzerine çadırlar kurulur; hususi kapalı sokaklar ve oturma yerleri meydana getirilirdi. Bunların yanında namaz kılınacak mekanlar; çocukların oyun oynayabilecekleri yerler hazırlanır; yemek yenilecek ve oturulacak çadırlar kurulurdu. Çadırların içine haremden süslü ve işlemeli yastıklar, minderler ve perdeler getirilirdi.

Bazı batılı yazarlar, Harem’e yabancı erkeğin girememesini ve Harem’deki kadınların da istedikleri zaman rastgele dışarıya çıkamamalarını, haremdeki hayatın sıkıcılığı ve yeknesaklığı olarak açıklamışlardır.

Mahremiyete riayetle ilgili şer’î hükümleri anlatırcasına meseleyi tasvir eden bir batılı yazarın şu ifadeleri de enteresandır ; “Kadınlar Padişahın izni olmaksızın sarayın bahçesinde de gezinemezler. Sadece ara sıra, günlerini bahçedeki köşklerden birinde geçirme izni alırlar. O zaman bekçi durumunda olan bostancılara uzaklaşma izni verilir ve örtüler örtülür”. “Doktorlardan başka hiç bir erkek hareme ayak basamaz. Onlar bile Padişahın özel izniyle ve harem ağalarının eşliğinde girerler. Hasta kadın ve çevresindekiler, uzun şallara bürünürler. Doktor nabzına bakmak isterse, hastanın bileği bir tülle örtülür; dilini veya gözlerini görmek istiyorsa, yüzünün kalan kısımları tamamıyla örtülü olmak şartıyla gösterebilir. Kızlar ağası bile haremdeki kadınlardan birine dikkatlice bakamaz”.

Harem’de Padişah’ın kendi ailesi ve hizmetkarlarıyla halvet etmesi usulü, saltanatın kaldırılmasına kadar devam etmiştir. Yıldız, Çırağan ve Beşiktaş Saraylarında yaşanırken de halvetler sürdürülmüştür.

kaynakça için bkz;

1) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr, D. 10749; E. 2457;
2) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. D. 9916; bkz:Şimşirlik’teki bir halvet
3) Osmanoğlu, Ayşe, Babam Sultân Abdülhamid, sh. 24-25;
4) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, nr. 9917; bkz:Sa’dabad’daki halvet için
5) Damad, Mecma’ul-Enhür, c. I, sh. 80-81; II, sh. 538-539;
6) Sertoğlu, Osmanlı Tarih Lügati, sh. 132-133; Uluçay,
7) Harem II, sh. 148;

8) Uluçay, Harem II, sh. 148-149
9) BA, Cevdet-Saray, nr. 2529
10) Ayrıca krş. Penzer, The Harem, 259
11) D’Ohson, Ignatlus Mouradgea, Tableau General de i’Empire Othoman, 1970, paris c. III, Harem-i Hümâyûn, Çev. Ayda Düz, Hayat Tarih Mecmuası ilâvesi, istanbul 1972, sh. 10-11.

vesselam.

edit: kaynak ile aksini her zaman ispat edebilirsiniz, varsa sununuz lütfen.
edit: (bkz: kaynaksız atıp tutanlardan mısınız)
edit: imla

vesselam iki.

abdullah cevdet

"Sultan hamit hakkında 100 yalan uydurdum, bu yalanlara bazen kendim bile inandım" diyen şerefsizdir.

Ona kalsa türk ırkının ıslahı için batıdan damızlık erkek getirecekti.
Böylede yavşak bir adamdı.

yabancıların gözünden sultan ikinci abdulhamid han

yabancı, otorite kimselerin sultan ikinci abdulhamit han hakkındaki objektif yorumlarıdır.

kaynakça yazının sonunda verilmiştir.

ingiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, siyasi hayatı boyunca rakibi olmasına rağmen Sultan II. Abdülhamid Han’ın vefatını öğrendiği zaman onun büyüklüğünü takdirden kendini alamamıştır; “Ne büyük kayıp! Hasmımdı, ama onun ölümüyle diplomasi mesleği artık zevkini kaybetti! Tahttan indirilmeseydi Balkan Savaşı’nı önler ve 1.Dünya Savaşı’nı çıkarttırmazdı” (1).

Aynı konuda, 40 yıl süreyle Osmanlı donanmasında hizmet etmiş Amiral Sir Henry Woods da şu çarpıcı görüş ve iddiayı öne sürmüştür: “Abdülhamid şimdiye kadar gelmiş geçmiş Osmanlı padişahları arasında en müstesna yeri işgal edenlerden biridir. Abdülhamid tahttan indirilmemiş olsaydı, Avrupa devletlerinin yaralarını sarmaya çalıştığı o büyük felaket (1. Dünya Savaşı) meydana gelmeyecekti. Aksini farzetsek dahi Abdülhamid, büyük bir ihtimalle Türkiye’nin tarafsız kalmasını sağlayarak, memleketine bir zafer hediye etmiş olacaktı. (2).”

1877’de istanbul’a gelen Avusturya-Macaristan büyükelçisi Victor Graf Dubsky, önce babıalide’ki hükümet erkanı ile görüşüp ardından da Sultan II. Abdülhamid ile görüştükten sonra Ulu Hakan hakkında düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “Hayret verici bir şey ama doğruydu. Devlet erkanı sadece kısa mesafede ileriyi görebiliyordu. Geniş zaviyeli bir ihata kabiliyetleri yoktu. Abdülhamid’in ise aksine fazla ihata niteliği vardı. Bu zıtlık telafi edilemezdi. Edilemeyince de devlet idaresinde başlayan aksaklıklar ileride daha vahim sonuçlar verecekti. Biz bunları iyi kullanmalıydık” (3).

ingiliz casusu olarak bilinen, Yahudi asıllı Türkolog Arminius Vambery, ingiliz dışişlerine gönderdiği 7 Mayıs 1884 tarihli raporda Sultan II. Abdülhamid için şunları söylemiştir: “Padişah elindeki büyün imkanları seferber ederek, hayırseverliğini her fırsatta göstermekten kaçınmıyor. Eğitim ve sağlık hizmetleri için büyük miktarlar harcamakta, halkının selamet, refah ve mutluluğu için yorulmak bilmeden çalışmaktadır. Padişahtan korkabilir, hatta nefret edebilirsiniz; ama çalışkanlığını ve adaletini asla inkar edemezsiniz.” Vambery, başka bir seferinde de şu orijinal analizde bulunmuştur: “Demir gibi bir irade, makul bir akl-ı selim, kibar ve nazik bir tavr-ı hareket, Türk ve islam mümessili (temsilcisi)! işte Sultan Hamid budur.”

“Onun, değil yalnız Osmanlı imparatorluğu hakkında, bütün dünya meseleleri hakkında derin bir vukufu vardır. Avrupa’yı istiladan kurtaran odur. O, mutaassıp (tutucu) bir Hristiyan düşmanı değildir. Olmuş olsaydı onları işbaşına getirmiş olmazdı. Eğer bir mani çıkmazsa o, Türkiye’yi ileriye götürecektir ve götürebilecek tek adamdır (4).”

Vambery gibi Amerikan büyükelçisi S.S. Cox da Osmanlı’nın kalkınması ve yıkılmaktan kurtulması için Abdülhamid’in “tek şans” olduğu konusunda hemfikirdir.

“Türklerin ilerlemesini gerçekleştirebilecek yegane şahıs sultan Hamid’dir. Bütün vaktinide buna haşretmiştir. Müsahamalı bir hükümdardır. Bazı kibirli Avrupa Devletleri onu örnek kabul etmelidirler (5).”

Elisabeth Warmeley Latimer, 19 asırda Rusya ve Türkiye isimli eserinde, Abdülhamid Han’ın batmakta olan devleti olağanüstü bir gayretle nasıl kurtarmaya çalıştığıyla ilgili şu manidar tespitleri yapmıştır: “II. Abdülhamid, Türk tarihinin en karanlık ve buhranlı zamanında, muazzam mesuliyeti üzerine alarak tahta oturdu. Sultan Hamid vezirlerini fersah fersah geride bırakan bir enerjiyle çalışır, Çok çalışkandır. Okumadan hiçbirşeyi imza etmez. Avrupa gazetelerini tercüme ettirerek okur. Az bir zamanda yüksek bir diplomat olduğunu ispat etmiştir. Mahvolmakta olan koca Osmanlı imparatorluğu’nu fevkalede iyi idare etmekle kalmamış, onu yükseltmeye çalışmıştır (6).”

1890’larda Sultan Abdülhamid ile sarayda görüşüp tanışan, Amerikalı gazeteci Sidney Whitman, ondaki nezaket, vakar ve zerafete nasıl tutulduğu şu hayranlık dolu sözlerle dile getirmiştir: “Bu olağanüstü adamı küçültmek için o kadar şey yazılmıştır ki, üzerimde yarattığı nezaket ve içtenlik izlenimimi tekrarlamaktan kendimi alamayacağım. Abdülhamid, bahse değecek bir fiziki avantajı olmadığı halde kendisiyle temasa geçenlerin sempatisini kazanmak için hesaplanmış ve gerçekten sempatisini kazandıran nadir rastlanan bir nezaket, sade bir vakar ve davranış nezaketine sahipti. Bakışında, hatta katibine hitap ederken emretme alışkanlığını ifşa eden hoş tonlu sesinin monoton dengesinde, yaşamı boyunca kesin, hatta kölece bir itaati zorla sağlayan bir şey vardı (7).”

Almanya’nın siyasi birliğini sağlayan ünlü politikacı Bismark da, Abdülhamid’in hakkıyla anlaşılamadığını ve haksız hükümlere maruz kaldığını düşünmektedir: “Sultan Abdülhamid Avrupa’da bir hasta olarak ele alınmaktadır. Fakar bana göre O, Haliç kıyılarında bulunanların hepsinden daha yüksek bir diplomattır. Ona karşı adilane hüküm verilmediği kanatindeyim (8).”

1905’te Sultan Abdülhamid’i çok merak edip görmeye muvaffak olan ve kendisine sürekli şekilde “vahşet canavarı” olarak tanıtılan padişah hakkındaki değişen kanaatlerini, italyan Filarmoni Akademisi Başkanı Enrico di San Martino şöyle ifade etmiştir: “En büyük şaşkınlığa kendisiyle görüşünce uğradım. Bu adamın kanlı vahşeti hakkında gazetelerin anlattıklarının etkisi altındaydım ve bir tür kaba vahşi ile karşılaşacağımı sanıyordum. Aksine, sesinde ve ifadesinde ince bir nezaket ve en büyük etkileyici yumuşaklığa rastladım (9).”

Sultan Abdülhamid’i, imparatorluk topraklarını yeniden fethe girişen ve Osmanlı geleneğini yeni bir yorumla çağa uyarlayan “ilginç bir devlet adamı portresi” olarak tanımlayan Fransız bilgin François Georgeon, büyük bir iddia ile şu söylemi seslendirmiştir: “Abdülhamid’i ve onun hükümdarlık dönemini anlamak, bir bakıma bugünkü Türkiye’yi tanımak demektir (10).”

ingiliz Yazar Joan Haslip’in iki önemli tespiti de şöyledir: “ittihatcılar yaptıkları hataları halktan gizlemek için, Sultan Hamid rejimi aleyhinde şiddetli bir kampanya açmışlardı. Sultan Hamid kadar hiç kimse, bir harpten memleketinin ne kadar az kazanacağını veya ne kadar çok şey kaybedeceğini bilemezdi (11).”

Abdülhamid devrinin büyük bir eğitim şahlanışına sahne olduğu konusunda, meşhur Hollandalı tarihçi Erik Jan Zürcher’in mühim tespitleri ise şöyledir: “Döneminde eğitim, idare, adalet ve iletişim gibi birçok alanda ıslahat yapıldı ya da yapılan ıslahatlar genişletildi. Eğitim ve iletişim alanlarındaki ıslahatlar özellikle kayda değerdir. Batı tarzı okulların gerek sayısı, gerek verdikleri mezun sayısı arttı ve 1900’de Darülfünun açıldı. Alt tabakalardan gelen öğrenciler artmış ve batı etkisi ilk defa yönetici elitin dışındaki kitleye ulaşmıştır. Abdülhamid döneminde kitapların, dergilerin , gazetelerin trajı çok büyük ölçüde artmıştır. Bu yayınlar, modern bilim ve teknoloji ile imparatorluk dışındaki dünya hakkında halkın aydınlanmasını sağlamıştır (12).”

Tüm dünya büyük Hakan Sultan 2. Abdülhamid’in değerini anlamışken, Bizler o şanlı ecdadın torunları olarak onların yarım bıraktığı mirası Allah’ın izniyle tamamlayacağız!

Kaynakça için bkz;

(1) Nak. Refik, Efsane Soluklar, s. 133.
(2) Woods, A.g.e., s. 117.
(3) Bardakçı, imparatorluğa Veda, s. 89
(4) Nak. Necefzade, a.g.e., s. 82
(5) Nak. A.g.e., s. 83
(6) Nak. A.g.e,.s. 82
(7) Koloğlu A.g.e,. s, 353,354.
(8) Nak. Müftüoğlu, a.g.e,. s. 420.
(9) Koloğlu, a.g.e,. s, 354.
(10) Osmanlı Ansiklopedisi, s, 266-274
(11) Koloğlu, . A.g.e., s. 173-175
(12) Zürcher, Milli Mücadelede ittihatçılık, 28-29

vesselam.

okullarda öğretilen tarih

yalan tarihtir.
sistemi meşrulaştırmak için yazılan tarihtir.
ağaç ile kökünün birbirinden bağımsız yaşayamayağı bilinerek , kasten uydurulmuş tarihtir.

ilkokul çağlarımızda hepimize padişahlarımızı baskıcı, itici, kesip biçen en önemlisi de vatan haini olarak empoze ettiler. Hepsi okullarda öğretilenin tam aksineydi.
Hiçbir Osmanlı padişahı hain değildir.

Hiçbir zaman baskıcı olmamışır. Osmanlı dünyaya adalet ve hoşgörüsüyle nam salmış ve hükmetmiştir.

Başka hiç bir ülke kendi tarihini bu kadar karaladığı görülmemiştir. Dünya üzerinde Osmanlı’ya en çok sövülen, hakaret edilen ülke Türkiye'dir. Bugün yunanlılar dahi "kahpe" bizansına sahip çıkarken biz kendi kanımız, canımızdan olan OSMANLI‘ya dil uzatıp, iftira ve hakaretler yağdırıyoruz.
sebep nedir ? - "uydurmanın" , doğru olduğu olduğu öğretildi genç beyinlere.

Genç nesli hep böyle uyuttular. Gerçekler ortaya çıkmaya başlamıştır.
mason, dönmeler ve avanesinin(yardımcı) artık son çırpınışlarıdır.

Üstad Necip Fazıl Kısakürek derki; “Size okullarda öğretilen tarihe inanmayın,
bizlere, ceddimizi karaladılar; cihanda hiç yapılmamış gaddarlıkarı onlar yapmış gibi göstermeye çalıştılar ve başardılar."

Artık Osmanlı torunlarının zamanıdır.

vesselam.

edit: (bkz: yabancıların gözünden sultan ikinci abdulhamid han)

vesselam iki.

iki uygarlığın buluşma noktası

istanbuldur.

Doğu ile Batının, geçmişle geleceğin, iki kıtanın, iki uygarlığın kavşak noktasıdır.
inançların, kültürlerin, toplumların beşiği.
Evrensel bir müze; toplumsal değişmenin ve geleceğin bir aynası.

Bir tarihin hem sahnesi, hem tanığı.
Üç büyük imparatorluğun efsanevi başkenti istanbul.
10 Roma, 82 Bizans ve 30 Osmanlı Hükümdarı olmak üzere toplam 122 imparatorun
hükmettiği bu şehir, eşine az rastlanır bir kültür mozaiği oluşturmuştur.

Büyük iskender, Hun imparatoru Atilla, Yıldırım Beyazıt ve Sultan ikinci Murad
tarafından alınamayan bu şehri fethetme; Ortaçağa son verip Yeniçağ’a damgasını vurma
onuru, 53 günlük bir kuşatmadan sonra 29 Mayıs 1453 tarihinde büyük Osmanlı
Hükümdarı Fatih Sultan Mehmet’e nasip olmuştur.

Türk tarihinin en önemli olaylarından birine sahne olan istanbul, 469 yıl süreyle
Osmanlı imparatorluğu’na başkentlik yapmıştır.

istanbul, Hicaz Demiryolu’nun karar ve başlangıç noktası,
Haydarpaşa tren istasyonu ise, bu tarihi misyonun giriş kapısıdır.

şeytan ın üstünlüğünün kanıtlandığı an

bu türden bir an yoktur.

Evvelde olmamıştır, ezelde de olmayacaktır.

var olduğunu savunanların bizzat şahsının şeytanlaştığı andır.

Vesselam.

mekke medine ve kudüsü kaybedip savaş kazanan ülke

şavaşı kazanmamış olan ülkedir, türkiye'dir.

ayyıldızlı osmanlı nişanı taşıyan ingiliz general

amiral nelson'dur.

Amiral Nelson, 1798 yılında Fransızlar’a karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kaybetmiş ve ingiltere’de bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra bütün şiddetiyle devam eden savaşta görevinin başına dönmüştü.

Çekilen Fransız donanması şimdi Akdenizdeydi ve nereye yöneleceği bilinmiyor ve haber alınamıyordu. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla rotalarını mısır'a çevirmişti. Akdeniz’de ateşli bir arama ve kovalamaca başlamış, Nelson tam 2 ay boyunca Fransız donanmasının izini aramıştı.

Malta adasını zapt eden Fransız filosunun, Mısır’ın iskenderiye şehrine yöneldiği haberi gelmesi üzerine iskenderiye’ye Napolyon’dan önce varmaya karar veren Nelson, düşmanlarından 2 gün önce iskenderiye’ye ulaşmıştı.

iskenderiye limanında Fransızlar’ı bulamayan Nelson geriye dönmüş fakat 60 mil açıkta limana doğru ilerleyen Fransız donanmasını görememişti. Filolar birbirinden habersiz bir şekilde ters yönde geçip gitmiştir.

Napolyon iskenderiye’ye doğru ilerlerken, Nelson da ters istikamette uzaklaşıyordu. Fransızlar’ı ellerinden kaçıran ingilizler ancak 1 ay sonra yerlerini öğrenebildiler.

Dönüp dolaşıp iskenderiye limanına geri gelen ingiliz filosu, 1 Ağustos 1798’de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gördü. Amiral Nelson hiç vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi. 5 Fransız gemisine, 8 ingiliz gemisi ateş karşı karşıyaydı. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyon’un Mısır’a çıkarma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu batmış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır bir şekilde yaralanmıştı.

Napolyon 19 martta, Osmanlı toprağı Filistin’in kuzeyinde çok stratejik bir konumu olan Akka Kalesi önlerine geldi. Küçük bir liman olan Akka, hayatının 50 yıldan fazlasını savaş meydanlarında geçirmiş ve yetmişini aşmış bir Osmanlı komutanı olan Cezzar Ahmed Paşa tarafından korunmaktaydı. Mısır ve Filistin’e çıkan Napolyon, Akka Kalesi’ni de bir kaç gün içinde alacağından emin olarak Cezzar Ahmed Paşa’ya yazdığı mektupta: “işte kalenin duvarları önüne geldim. Bir ihtiyarın geri kalmış birkaç günlük ömrünü almak bana birşey kazandırmaz. Seninle savaşmak istemiyorum. Benimle dost ol ve kaleyi teslim et!..” demiş ve karşılığında da: “Hamdolsun gücümüz yetiyor ve elimiz silah tutuyor. Geri kalmış birkaç günlük ömrümüzü de, küffar ile cenklerde geçiririz!” cevabını almıştı. Ünlü Fransız general Paşa’nın bu cevabını okuyunca etrafındakilere: “Anlaşıldı, bu ihtiyar bizim birkaç günümüzü heba edecek ama merak etmeyin, iki gün sonra şehrin ortasındayız.” diyerek 19 Mart günü savaşa başladı. Tam 64 gün devam eden ve her gün biraz daha artan baskıya rağmen her hücum püskürtülerek Fransız askerlerine ağır kayıplar verdirildi.

Napolyon ummadığı bu durum karşısında ne yapacağını şaşırıp yüksek rütbeli bir subayını kaleye göndererek “direnmenin netice vermeyeceğini, şehir teslim edilirse Paşa’nın ordusu ve ağırlıklarıyla beraber istediği yere gitmesine -güya- müsaade edeceğini” bildirdi ise de Cezzar Ahmed Paşa’dan “Devlet bizi bu kaleyi teslim etmek için vezir yapmadı. Ben Cezzar Ahmed Paşa, şehitlik mertebesine ulaşmadan bir karış toprak vermem! ” cevabını aldı. iyice çileden çıkan Napolyon yaptığı yeni planlarla topçularına geceli gündüzlü Akka Kalesi’ni dövdürdü. Fakat açılan gediklerden şehre giren herkes Osmanlı askerinin müdahalesiyle yok ediliyordu.

Gece dahi meşaleler ışığında Akka’ya hücuma devam eden Fransız Ordusu meydana gelen çarpışmalarda yarı askerini Akka kapılarında ölü olarak bırakarak ağır bir yenilgi aldı. Bu müthiş hezimete “Kader beni bir ihtiyarın oyuncağı yaptı! ” diye hayıflanan Napolyon, tüm ağırlıklarını kumlara gömdürüp önce 21 Mayıs’ta Kahire’ye gitti. Daha sonra da ordusunu ingilizler’e esir bırakıp 2 gemisiyle 25 Temmuz 1799’da Mısır’dan kaçtı. Hayatının en büyük dersini Osmanlı’dan alan Fransız Başkomutan Napolyon “Akka’da durdurulmasaydım, bütün doğuyu ele geçirebilirdim!” diyerek ihtimal hesaplarıyla teselli olmaya çalıştı.

işte bu yaşananlar sonrasında Osmanlı Sultanı III. Selim, ingiliz Amiral Nelson’a, yaptığı dolaylı yardımları sebebiyle; daima hafifçe titreyip pırıldayan bir “Pırlanta Sorguç” ile Ay Yıldızlı bir “Osmanlı Murassa Nişanı” vererek kendisini onurlandırdı.

görsel

mr adnan oktar

misterdir.
islam tahrifçisidir.
daha nice işbirlikçisi vardır.

belki hiç şakirt tanımasaydım dindar olabilirdim

esasen arkasına sığınılmış bir mazerettir. Allah katında bahane teşkil etmez.
lakin konuyla ilgili şu hadis-i şerifi de biz inananların hatırlaması ve tebliğimizi bu hadis'in emrettiği usül çerçevesinde yapmamız gerekir;

"Kolaylaştırın, zorlaştırmayın ve müjdeleyin." buyrulmuştur. [Buhari, ilm 12, Edeb 80; Müslim, Cihad 6, 7, (1732-1733)]

1. Allah'ın fazlından, sevabının büyüklüğünden, ihsanının bolluğundan, rahmetinin genişliğinden bahsederek hep müjdeleyici olmalı, tebşir edici şeyleri hiç zikretmeden sadece korkutucu ve tehdid edici şeylerden bahsederek ürkütmemeli, nefret ettirmemeli.

2. Müslüman, yeni Müslüman olanların gönlünü kazanmaya gayret edip, onlara karşı sertlikten kaçınmalıdır.

3. Keza çocuklardan büluğa erme çağına yaklaşanlara, buluğa yeni erenlere, herhangi bir günahtan tövbe edip rücu edenlere mülayim ve mültefit olmalı, bunları ibadet ve mükellefiyetlere tedricî olarak yavaş yavaş, azar azar alıştırmalıdır. Nitekim teklife giren bütün islâmî emirler tedricen gelmiştir. Buna dahil edilmek istenen gence veya girmek arzu eden yabancıya kolaylık gösterilirse, bu ona hafif gelir ve kendiliğinden yavaş yavaş artırır. Ama aksine işin başında zorluk çıkarılır veya yapabileceği hususunda tereddüde düşürülürse, bu vaziyette girse bile, korkulur ki; şevkle devam edemez, amellerinden zevk alamaz ve tamamen bırakır.

4. Valilere, memurlara; halka merhametle davranmaları emredilmelidir.

5. Bir işte, idarede, hizmette ve sair müşterek vazife almış olanlar iyi geçinmeli, ihtilaftan kaçınmalıdırlar. Çünkü mühim veya gayr-i mühim bütün işler, ittifak olursa başarılır ve netice alınır. ihtilafın girdiği yerde maksad elden kaçar.

6. imam (devlet reisi), tayin ettiği memurları -Hz. Muaz ve Ebu Musa (radıyallahu anhüma) gibi- fevkalade fazıl ve salih kişiler bile olsalar, hayır tavsiyede bulunmalıdır. Zira "Öğüt, mü'minlere fayda verir." (Zariyat, 51/55).

Bu hadis, Rasulullah (aleyhissalatü vesselam)'ın cevamiulkelimidir. "Sevindirin" emriyle, Allah'ın fazlını, sevabının büyüklüğünü, ihsânının bolluğunu, rahmetinin genişliğini, af ve mağfiretinin şümulünü hatırlatmak emredilmiştir.

tebşir (müjdeleme), sevindiren bir haber getirilmesidir. Öyle ise "sevindirin" emriyle, Allah'ın ibadetleri kabul edeceğini, ibadetlere mukabil sevab vereceğini, günahlardan tövbe etmeye yardım edeceğini bildirmek; affını, mağfiretini çokça zikrederek insanları sevindirmek, müjdelemek emredilmiştir. Keza "nefret ettirmeyin" emriyle de:

"insanları inzar ederken, mübalağa ederek onları korkutmayın, öyle ki, onlar günahlarının affedilemeyeceği düşüncesiyle Allah'ın rahmetinden ümidlerini kesmesinler." demektedir.

"Zorlaştırmayın" emri, kendilerine terettüp edenden fazlasını veya daha iyisini almak veya kusurlarını araştırmak suretiyle insanlara çıkarılacak zorluklardan yasaklanmış olmaktadır.

hasta adam denilen osmanlı nın kudreti

muhataplarına "osmanlı'nın hasta adam tarihi dahi nelere kadirken, siz bugün sapasağlamsınız lakin neye kadirsiniz? " sualini hatırlatır.

yapamaz ertuğrul evladı sen siz

Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya duyulan sevgi ve saygının dizelere yansıdığı şiirdir. incelenmesi gereklidir.

Fahrettin Paşa, Medine Müdafaası sırasında aç, biilaç askerlerine moral için bir şiir yarışması düzenler.
Bu yarışmadan Üsteğmen idris Sabih Bey’in şiiri birinci çıkar ve üsteğmen şiirini okumaya başlar;

Nedense kimseler anlamaz eyvah,
O kadar saf olan dileğimizi,
Bir ümmi isen de Ya Rasulallah,
Ancak sen okursun yüreğimizi.

Ne kanlar akıttık hep senin için,
O ulu Kitab’ın hakkı içün aziz.
Gücümüz erişsin ve erişmesin,
Uğrunda her zaman dövüşeceğiz.

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz.
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül harameyniniz.
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.

Yapamaz Ertuğrul evladı sensiz.
Can verir, cananı veremez Türkler.
Ebedi hadim’ül harameyniniz.
Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.

Ölsek de Ravza’nı ruhumuz bekler.
ölsek de ravza'nı ruhumuz bekler.

dayanacak gücü kalmayan askerlere takat veren şiir, askerlerimizin o nurdan gözlerinden akan gözyaşı damlaları ile tarihe kazınır.

askerlerimiz her taraftan abluka altına alınmış, günlerce susuz, yiyecek çekirge dahi bulamamış, açlıktan nefesleri kokmuş -ki o nefese feda olsun ömrüm- kanının son damlasına kadar müdaafada bulunmuşken, sen nasıl olur da saygı duymaz, safsata ırkçılıklarınla inkar edersin bu ceddi.

şirket

Şirket bir akittir ki; onunla bir veya ziyade kimseler emeklerini ve/veya mallarını müşterek bir gayeye erişmek için birleştirmeyi iltizam ederler.